top of page
Ara
Yazarın fotoğrafıLidya Nasman

RENK CÜMBÜŞÜ

Katilimin kan gördükçe duramayışının sebebi de işte bu açlığıydı. Kanı kırmızı yaratan Tanrı, en çok burada yanılmıştı.

Ben öldürüldüm. Hem de bir defa değil; birkaç defa. Nasıl öldüğüm umurunda değil, biliyorum. Sen daha çok nasıl dirildiğimle ilgileneceksin. Çünkü insanlar mucizelere inanmam der ama en çok inanmadıklarını can kulağıyla dinler. O yüzden nasıl dirildiğimi anlatacağım sana. Zaten ölüm kimsenin ilgisini çekmez. Ama ben dirildim dersen, herkes merak eder. Ben bir mucize değilim. Varlığından şüphe etmeyen insanlara kıyasla, sadece deliyim. Benim gerçekliğim, senin duyularınla algılayamayacağın kadar derinlerde saklı. Benim gerçekliğim, her seferinde kendi ölümümü kendi ellerimle hazırladı.

İlk öldürüldüğümde yirmi sekiz yaşındaydım. Geceydi ama zifiri karanlık değildi. Issızdı ama cırcır böceklerinin sesi sağır ediciydi. Tek başımaydım ama beynimin içindeki kalabalık yeterdi. Ayak seslerim cırcırböceklerinin ötüşüyle senkronizeydi. Adımlarım hızlanırken biri karşıma dikildi. Yüzü yabancı değildi ama tanımıyordum. Yalnızca kötülüğün gülüşünü biliyordum. Kötülüğün yüzündeki sırıtış hep aynıdır. Hiç değişmez. Gözler kısılır ama mutluluktan değil. Avını yakalamak isteyen her canlı, odaklanabilmek için ne gerekirse onu yapar. Bu bir insansa, görüşünü netleştirmek için gözlerini kısar. Kasları gerilir ama heyecandan değil. Avlanacak olan her canlı aslında biraz gergindir. Adam karşımda dikildi. Yüzündeki iğrenç gülümseme yetmiyormuş gibi, kıyafetleri, eli, yüzü kan içindeydi. Hiç boğuşmadık. Ne ben ölüme karşı koyacak kadar hayatı seviyordum, ne de o vazgeçecek kadar kana doymuştu. “Neden?” diye sordum. Neden öldürmeyi, katil olmayı seçmişti? Neden beni seçmişti? Çünkü ben iyiydim, o kötü. Çünkü ben aşıktım, o nefret dolu. Sevgilimi evine bıraktığımı fark etmişti. Sevgilim onun eski sevgilisiydi. Hatta sevgilim bu adamdan bana daha yeni bahsetmişti. Onu belki de benden daha çok sevmişti. Ama dedim ya; ben iyiydim, o kötü. Ben sevgilime bakarken kılına zarar gelmesin istiyordum, o saçlarını kendi elleriyle yoluyordu. Çünkü kıskançtı. “Elinde neden kan var?” diye sordum. Cevap vermek istemedi. Yalnızca avucunu açtı, elindeki bir tutam saçı bana gösterdi. Kahverengiydi, dalgalıydı. Sevgilimin saçının aynısıydı. Konduramadım, sustum. Kaçmadım, bekledim. Tenha yolun ortasında defalarca tenimi yırtan bıçağı hissettim, kanımın sıcaklığından terledim. Can acısından ağlamam gerekirken ben gülmeyi tercih ettim. Hem nasıl gülmeyeyim. O an, kırmızı rengin insanı acıktırdığı, o yüzden fastfood restoranlarının tabelalarının kırmızı yapıldığı aklıma geldi. Katilimin kan gördükçe duramayışının sebebi de işte bu açlığıydı. Kanı kırmızı yaratan Tanrı, en çok burada yanılmıştı. Ya da hepimizin öldürmeye aç yaratıklar olması için bunu bilerek tezgâhlamıştı. Dedim ya, etime giren bıçak darbeleriyle kıpkırmızı akıyordum. Son darbe çok ağırdı. Sanırım kalp damarımı yırttı. Çünkü artık sevgilimi düşünmüyordum. Çünkü artık kimseyi sevmiyordum. Kalbin sevgi kapakçığını yırtmış, damarlarımda akan aşkın kalbime ulaşmasını engellemiş olmalıydı. Artık bir tek ben vardım. Aklımda yalnız kendi hayatım. Ölüyordum. Katilim ayakta bana baktı. Ben bu sefer onu görmek istemedim. Gitmesini, yalnız ölmeyi bekledim. Ama dedim ya; ölmeyi beceremedim. Belki katilim kendi eserini izlemek için başımda dikilmeseydi, ben de inatla yaşamak için çaba sarf etmeyecektim. Sırf onun ölümün nasıl bir şey olduğunu merak etmesi yüzünden iyileştim. Ona kendi ölümümü izletmedim. Ambulans geldiğinde kendimde değildim. Katilim kayıplara karıştı. Sevgilim bir daha beni hiç aramadı. Umurumda değildi. İyileştim. Polislere durumu belki yüz, belki on defa anlattım. Sanırım beş defaydı. Sonuncusunda sevgilimi de bulmuşlar ve karşıma oturtmuşlardı. Ama ona küsmüştüm. O yüzden ne anlattıklarını dinledim, ne de yüzüne baktım. Hayır hayır, beni terk ettiği için değil. Terk edilmeye alışıktım. Polislere ortada katil olmadığını söyleyip eski sevgilisini koruduğu için kızmıştım. Polisler son defa sordu. Ama ben adamın yüzünü bir türlü hatırlayamadım.

İlk ölümüm demiştim ya, yalandı. Ben aslında ilk öldüğümde dokuz yaşındaydım. Annem bizi terk etmeden birkaç gün önceydi. Hem yaz sıcağında insan mı terk edilir, değil mi? Terk edişler kışlara özgü olmalı. Hatta bunun için yasa çıkmalı. Kış günü ailesini terk edip gidenler cezalandırılmamalı. Ama yazın o sıcağında insanın içine bir de bu alevi düşürenler cinayete teşebbüsten tutuklanmalı! Ölümümü anlatacaktım değil mi? Dediğim gibi henüz dokuz yaşındaydım. Yazlık evimiz deniz kenarına yakındı. Çok fazla arkadaşım yoktu. Kimse benimle oynamazdı. Ben komşunun kedisini öldürdüğüm için beni sevmediklerini düşünürdüm. Ama çocuklar benden ve bakışlarımdan korkarlardı. Tek gözüm kör olduğu için rengi griydi ve göz bebeğim hareket etmezdi. Bazıları iki yıl önce kurşun kalemle kendi kendimi kör ettiğimi iddia ederlerdi. Anneme sorduğumda cevap vermedi. Acaba beni tek gözüm kör olduğu için mi terk etti? Belki daha güzel bir çocuk özlemi vardı, değil mi? Üstelik giderken hamileydi. Kediyi öldürdüğüm gibi kardeşimi de öldüreceğimi düşünüp mü gitti? O yaz sıcağında annem beni terk etmeden birkaç gün önceydi. Tek başıma denize gidecektim. Yüzmeyi çok iyi bilirdim. Üstelik kendi kendime öğrendim. O gün hava kapalı, bulutlar ağlamaklıydı. Annemin giydirdiği sarı tişört yüzünden sinekler üzerime yapışmıştı. Güneş kadar parlak olmam hoşlarına gitse de ben onlardan hoşlanmamış, hepsini ezerek tişörtüme desen yapmıştım. Sarı renk geçiciliği anlatır. Dikkat çeker ama ölümü hatırlatır.  Belki de o sarı tişört yüzünden, hem sinekleri öldürdüm hem de kendi ölümüme sebep oldum. Annemi bulmalı polisler! Evet evet, terk ettiği için değil ama ölümüm için ondan şikayetçiyim.

Şimdi otuz iki yaşındayım ve geçenlerde yine öldürüldüm. Bu sefer dirilişim çok kolay olmadı. Nerdeyse nefes alamayacak ve tahtalı köyü boylayacaktım. Dokuz yaşında nasıl öldüğümü anlatmadan konuyu mu değiştirdim? Emin misin? Dedim ya annem öldürdü beni diye. Ölümümle değil ama dirilişimle ilgileniyorsun değil mi? Yoksa annemin suçlu olduğuna inanmıyor musun? Hangi anne evladına kıyabilir diye aklından geçiyorsa, bir daha düşünmelisin. Her anne istediği gibi yoğuramadığı, hamur gibi şekil vermediği evladına düşmandır. Her anne yanında olmadığı, yalnız bıraktığı çocuğunun ölümünde birinci dereceden suçludur. Çünkü azmettiricidir ve katilden daha katildir. Tamam dokuz yaşıma ve sahil kenarına geri dönelim. Taşların üzeri güneşten ısınmamıştı. Çünkü hava kapalıydı, nerdeyse yağmur yağacaktı. O yüzden sahilde kimse yoktu. Rüzgâr çıkmıştı, deniz dalgalı ve berraktı. Fırtına öncesi akıntı artmıştı. Suyun içindeki ayaklarıma baktım, taşların arasında kaybolursa dalgaların beni savurmasını engellerdi. Kendimi iyice gömmeye çalıştım. Artık ayaklarım görünmüyordu. Rüzgâr artmıştı, dalgalar büyümüş taşların gücü savrulmamı engellemekte yetersiz kalmıştı. Bir el, bir dokunuş… Sonra ikinci bir el, arkamda kim olduğuna bakamadan itti beni. Taşlar savruldu, ayaklarım gömüldüğü yerden kurtuldu. Suya düştüm. Su serindi ama mühim değildi. Yüzmeyi ve dudaklarım morarana kadar soğukta titremeyi çok severdim. Dişlerim birbirine çarptıkça çıkan sesi keyifle dinlerdim. Sonra rüzgâr yön değiştirdi ve beni derinlere savurdu. Yoksa rüzgâr değil miydi? Beni iten elin sahibi neredeydi? Yalnızdım ama biri beni itmişti. Bir dalga geldi. Taşların gücü beni tutmaya yetmedi. Kıyıdan iyice uzaklaştım. Sonra bir başka dalga beni içine çekti. Nefes alma dedi, bir süre tut nefesini. Çünkü seni suyun altından öyle bir güçle iteceğim ki, kıyıya kadar götüreceğim. Yeter ki dayan ve nefesini tut. Çünkü nefes almaya çalışırsan tuzlu suyumu ciğerlerine doldururum ve ölümüne sebep olurum. Ama seni öldürmek istemiyorum. Kabul ettim ve söz dinledim. Denizi severdim. O da beni severdi. Ölümüm deniz yüzünden olsun istemezdi. Ama o el… İşte o, benden nefret ettiğini hiç gizlemedi. Kurtarıcım deniz beni ölümün ellerine terk edip gitti. Benim elim kadar minicik, ama benim elimden on kat güçlü bir el beni bir kaşık suda boğdu. Suyun derinliği yirmi santim bile değildi. Ama kafamı taşların arasına öyle bir gömdü ki denizin korktuğu oldu. Tuzlu su ciğerlerime doldu. Taşlar da gözlerime… Kör gözüme girmesi önemli değildi de, diğer gözüm mühimdi. Tekme savurdum beni öldürmek isteyen ele. Ama boşluğu tekmelemekten ve harcadığım eforla alamadığım nefes yüzünden ölmekten başka bir işe yaramadı. Boğuluyordum, ayak bileklerime anca yetişebilecek bir suda nefes alamıyordum. El beni bıraktı, öldüğümü anlamıştı. Ya da hiç yaşamadığımı… Dirilmemi nasıl anlatabilirim ki? Hiç yaşamıyorum dedim ya! O yüzden ne ölmeyi becerebiliyorum, ne de dirilmeyi.

Üçüncü dirilişimde kırk iki yaşında olduğumu söylemiştim. Üstelik doğum günümdü. İş arkadaşlarım kutlamak için pasta almışlardı. Bir insanın doğum günü kutlamak isteyeceğini neden düşünürler ki? Doğduğu için lanet eden bir tek ben olamam bu dünyada, değil mi? Keşke seni dünyaya getirenlere dava açılabilseydi. Doğum günüm için hazırlanan sürpriz partide çok mutluymuşum gibi gülümsedim. Bir dilek tutup mumları üfledim. Ne mi diledim? Tabii ki ölmeyi becerebilmeyi! Mumları söndürüp arkadaşlarımla pasta yediğim oda maviydi. Belki o yüzden içimi bir huzur kaplamıştı ve dileğim gerçekleşmişti. Çünkü en son hatırladığım bedenimden ayrılıp ruhumun tavana doğru yükseldiğiydi. Ama kimse farkında değildi. Artık orada olmadığımı, mavi renkli odaya yakışır şekilde özgürlüğüme kavuştuğumu fark edemeyecek kadar yaşam doluydular. Mavi renk yaygara yapmaz, dikkat çekmek istemez. Onun yüzünden sessizce terk etmiştim bedenimi ve kimse fark etmemişti. Ruhum yükselirken bedenimin ayakta duruyor oluşu beni rahatsız etti. Herkes ölebildiğimi bilmeliydi. Bunu başarabildiğimi görmeliydi. Ama bir sorun vardı; bedenime erişemiyordum. Orada öylece donup kalmış bedenimi öldüremiyordum. Mavi, sonsuzluk simgesi olma görevini üstlenmişti. Bedenimi sonsuza dek yaşatmak için benimle savaş halindeydi. Daha fazla gücüm yoktu. Bedenimi öldüremiyordum. Çocukluğumda olduğu gibi kafasını suya gömemiyor ya da o tenha yolda olduğu gibi bıçağı kalbine saplayamıyordum. Kendimi öldüremiyordum. İşte bu yüzden dirilemiyordum da!

Bana anlatıyorlar. Cotard Sendromu diyorlar. Dokuz yaşında beni öldürmeye çalışan el de kendiminmiş, yirmi sekiz yaşında beni bıçaklayan adam da benden başkası değilmiş. Eski sevgilime sorun diyorum. O biliyor. İnkâr ediyor ama onu döven adamı tanıyor. Onu döven adam benmişim. İnanabiliyor musun? Bende birçok delilik vardı, biliyordum. Adını bilmem de gerekmiyordu. Ama bir kadını dövecek kadar delirmemiştim. Eski sevgilimi görmek istediğimi söyledim. O anlatırsa inanacağıma ve direnmeyeceğime söz verdim. Tam üç yıl sonra geldi. O da beni sevmişti, o yüzden gelmişti. Elini tutmak istedim, çekti. Sanki benden çok korkuyor gibiydi. “Sana vurdum mu gerçekten?” diye sordum. Cevap vermedi. “Eski sevgilin ben öldürmek istedi. Seni döven de oydu,” dedim. Bir anda hiddetlendi. Sevgilim yeşil giymişti. Yeşil denge ve uyumun rengiydi. Bizim rengimizdi. Ama bu sefer renkler beni yanıltmıştı. Çünkü sevgilim hiç de sevgi dolu değildi. “Kimsenin seni öldürmeye çalıştığı filan yok! Sen ölü olduğunu sanıyorsun. Her seferinde kendi kendini öldürmeye çalışıyorsun. Senin tek bir düşmanın var; o da sensin!” diye bağırdı. Madem umut vermeyecekti, neden yeşil giymişti? Beni beyaz önlüklü doktorlar kendimi öldürdüğüme inandıramamıştı. Şimdi sıra eski sevgilimde miydi? Çok bunalmıştım. Zaten renkler de anlamını yitirmişti. Geriye güvenebilecek tek renk kalmıştı. Siyah! Bir tek siyaha kavuşma hayali kuruyordum. Diğer renklerin hepsinin canı cehennemeydi. Siyah, ölümün ve matemin rengidir. Siyah, gözlerini hayata kapadığında görebildiğin tek renktir. Siyah olmak istiyorum. Cesedimi kimseye görünmeden gömmek ve sonsuz siyahın içinde kaybolmak istiyorum. Son defa öleceğim ve sen buna şahit olacaksın!

Hazır mısın?


Hikayeyi seslendiren Yalçın Altın'a teşekkürler.


*Bu hikaye Dedektif Dergi'nin 23. sayısı için yazılmıştır.



コメント


bottom of page