top of page
Ara
Yazarın fotoğrafıLidya Nasman

NEDEN DÜNYADASIN?

Sence o kadar kötü bir çağda mı yaşıyoruz? Yoksa aslında dünya hiç bu kadar yaşanılası bir yer olmamıştı da bizim haberimiz mi yok?

Eğer bu mektup bir şekilde eline geçtiyse sen de aramıza katılmaya hak kazandın demektir. Yepyeni bir yolculuk deneyimine hoş geldin. Peki hazır mısın? Önce kurallarla başlayalım.

1. Her şeyi arkanda bırakıp trenle bir yolculuğa çıkacaksın. Biletini zarfın içinde bulabilirsin.

2. Biletin üzerindeki numaralarla sitemize kaydolacak, senden istediğimiz tüm bilgileri dolduracaksın. Adın ve soyadın bizi ilgilendirmiyor. O yüzden kendine bir kimlik seçmeni istiyoruz. Senin adın hayallerin olacak. Mesela yaşamak istediğin bir şehir, sahip olmak istediğin araba markası, çocukluğunun süper kahramanı ya da en sevdiğin kitap. Tercih senin.

3. Yanına beş parça eşyadan fazlasını almayacaksın. (Evet, tarak ve iç çamaşırı dahil!)

4. Bu yolculuk iki ay sürecek. Bu kadar uzun süre sevdiklerinden, işinden ve sahip olduğun hayatından tamamen uzakta kalacaksın.

5. Kimseye bu yolculuğun detaylarından bahsetmeyeceksin. Geri döndüğünde zaten sen de anlatmak istemeyeceksin.

6. Yanına telefon, kamera gibi elektronik araçlar alman kesinlikle yasaktır.

7. Herhangi bir politik düşünceye, dini inanışa, cinsel tercihe karşı önyargıların olmadığını düşünüyoruz. Varsa da asla yansıtmayacağına dair yazılı teminat hazırlayacak, kuralları ihlal ettiğin takdirde ilk durakta trenden atılacaksın.

8. Seyahat iki kişilik yataklı vagonlarla yapılacaktır. Oda arkadaşını seçmek ya da değiştirmek mümkün değildir.

9. Yolculuk esnasında sana görevler verilecektir. Bu görevleri eksiksiz yerine getirmekle yükümlüsün.

10. Bunun bir delilik olduğunu düşünüyorsan sana tek önerimiz şu an içinde yaşadığın hayata bakman ve deliliğin tanımını yeniden gözden geçirmendir.

Bu mektubu neden ve nasıl aldığımı hiç bilmiyordum. Hayatımın en boktan dönemini yeni atlatmıştım. Hatta hayatımın en civcivli dönemlerinden birine geçiş bile yapmıştım. Annemi kaybetmenin acısı hafiflemiş, bana değer veren bir sevgili bulmuş, işimde yükselmeye başlamıştım. O son madde olmasaydı belki de mektubu hemen yırtıp atabilirdim. Ama yapamadım. Çünkü hayatıma baktığımda bir trenle bilinmeyene gitmekten çok daha fazla delilik barındırdığına yemin edebilirdim.

Önce bunun bir şaka olduğuna inanmak istedim. Ancak web sitesine girip tüm detayları incelediğimde tren ve insanlar gerçek gibiydi. Peki ya tüm bunlar bir sapığın oyunuysa diye bile düşündüm. Ama değildi. Bilet numarasıyla giriş yaptığımda beni öneren kişinin kim olduğunu görmüştüm. Semiha bir anda işinden ayrılarak küçük bir köye yerleşmek istediğini söylemişti. Zaten şirkette yükselmemin sebebi de onun bu ani gidişiydi. Telefona sarılıp onu aradım. Ama hiçbir soruma yanıt alamadım. Onca arkadaşı varken neden beni önerdiğini bile açıklamadı.

Tam da yeni moda kişisel gelişim seminerlerine uygun bir saçmalıktı bu. Sorunlu insanlar bir trende toplanacak ve kendiyle yüzleştirilecekti. Mektupta bedeli yazmadığına göre kesin bolca para karşılığı kendi yarım akıllarını ve fikirlerini pazarlayacaklardı. Bu tarz eğitimlere oldum olası tiksinerek baktığımdan ve hepsinin para tuzağı olduğunu düşündüğümden telefonu kapar kapamaz mektubu da bir kenara fırlattım. Böyle şeylere ayıracak iki ay değil, iki saatim bile yoktu.

Ertesi gün işe gittim ve konumumun hakkını verebilmek için nefes almaksızın çalıştım. Şimdi bir beyaz yakanın bir anda kafasına dank ettiğini, patronunu zengin etmek için çalışmaktan bıktığını ve ani bir kararla eve koşup mektubu çöpten çıkardığını düşüneceksiniz değil mi? Hayır, hiç öyle olmadı. O trene binme cesaretini asla gösteremedim. Çünkü insanın güvenli alanından çıkabilmesi için gereken tek şey cesaret değildi; hayata karışabilmesi için yorgun olması gerekiyordu. Ben, tükendiğimi fark edecek kadar yorulmamıştım. Hala zincirlerimi sıkı sıkıya kavrayacak gücüm vardı. O yüzden mektup bir daha asla o çöpten çıkmadı.

Aradan yıllar geçti, tren yolculuğu aklımın ucundan bile geçmedi. Hani şu telefonuna gelen mesajlar vardır: Bunu yirmi kişiye gönderirsen hayatında çok büyük değişiklikler olacak, silersen lanet peşini bırakmayacak filan… O mesajlar bile tren yolculuğundan daha fazla aklımı kurcaladı. “Ulan o son mesajı beş kişiye göndermeden silmeyecektim,” diye düşündüğüm oldu da yolculuğa çıkmadığım için bir pişmanlığım olmadı.

Ta ki iş gezisi için gittiğim havalimanında Semiha ile tekrar karşılaşıncaya kadar… Düşünsene selam verdiğimde beni tanımadı bile! Hiçbir samimiyetimiz olmamasına rağmen bu yolculuk için beni önermiş olmasının tek bir açıklaması vardı. Şu meşhur saadet zincirleri gibi getirdiği her kişiden para kazanıyor olmalıydı.

Beni hatırladığında ise kırk yıllık arkadaşı gibi sarıldı. Her iki durum da samimiyetsizliğin daniskasıydı.

Aslında benim onu tanımamam gerekirdi; eski Semiha gitmiş, yerini pespaye bir kadın almıştı. Chanel çantalarından ve abartılı makyajından vazgeçmiş, saçlarını tepede toplamış ve giyilmekten diz yapmış eşofmanıyla gayet sıradandı. Her şeye rağmen eskisinden çok daha genç görünüyordu. Belli ki botox ve dolgudan vazgeçememişti. Bense iş için orada olduğumdan dolayı çok şıktım. Semiha’yı o halde görmek nedense beni üzeceğine keyiflendirmişti. Kadınlar böyledir işte! Kıskandığı veya çok beğendiği birinden daha güzel olduğunu hissettiğinde bu durumdan zevk alır. Rakiplerinden birini daha elemiş olmanın keyfi ve özgüveniyle konuşmaya 1-0 önde başlar.

“Hala çok genç görünüyorsun,” dedim. Ona bakınca bunun dışında söylenecek bir iltifat bulamamıştım. Benden daha güzel olduğunu düşünsem “kilo almışsın sanki biraz; ama yakışmışş!” diyebilirdim. Dedim ya keyfim yerindeydi. Semiha şu haliyle kesinlikle rakibim olmadığına göre biraz övülmeyi hak etmişti. Cevap vermek yerine zamanım varsa bir kahve içmeyi teklif etti. Hemen kabul ettim. Onu görünce tren yolculuğu yine aklıma gelmişti ve belki detayları öğrenebilirdim.

Dış hatlarda önümüze çıkan ilk yere oturduk. Halbuki Lounge’da keyif sürebilir, her şeyden ücretsiz faydalanabilirdik. İşimin bana sağladığı ayrıcalıklardan biri de ‘Business Class’ olmaktı. Ama Semiha bana bir kahve ısmarlamak konusunda ısrarcıydı. Lafı fazla uzatmadan tren yolculuğuna getirmek istesem de aslında Semiha’nın şu aralar ne iş yaptığıyla, neden böyle kendini saldığıyla daha çok ilgileniyordum. Fakat uygun bir dille soramadığım ve başka bir ortak nokta da bulamadığım için konuya trenle başladım.

“Söylesene tren yolculuğu nasıl bir şeydi? Yıllar önce sorduğumda anlatmamıştın,” dedim. Bu fırsatı kaçırdığıma üzülen gözlerle bana baktı, pek fazla şaşırmadı. Hesabına para aktarılmayınca gitmediğimi anlamış olmalıydı.

“Bir ülkenin gelişmesinde demiryolu ağının rolünü hiç düşündün mü?” gibi saçma sapan bir soru sordu.

Tartışmasız çok büyük bir rol oynadığını hepimiz biliyorduk. Ulaşım ve ticaretin en önemli aracıydı. Hatta hayallerini gerçekleştirmenin de en ucuz yollarından biriydi trenler. Uzakları yakınlaştırır, rayların üzerinde ilerlerken kendine has sesiyle hayranlık uyandırırdı. Eski filmlerde kavuşmalar, ayrılıklar hep tren garlarında yaşanırdı. İnsanlar yeni hayatına bir tren yolculuğu ile başlar, beklenen mektuplar trenlerle taşınırdı.

“Bir tren yolculuğunun hayatını değiştirebileceğine inanmadın değil mi? Keşke o treni kaçırmasaydın!” dedi alaycı bir ses tonuyla.

“Bir yolculukla insanın hayatı mı değişir Allah aşkına? Bunlar hep para tuzağı! Sen o tren yolculuğundan sonra değiştiysen ben almayayım canım, teşekkürler!” cümlem biter bitmez çok ileri gittiğimi anlamıştım. Ama insanların değişmeyi istediği için değil de, başkaları sayesinde değişebildiğine inanması beni oldum olası çok rahatsız etmişti.

“Para tuzağı olanları bilemem; ama bu yolculuğa çıksaydın kuruş para harcamayacaktın. Belki yalnızca hediyelik eşya almak istersen…”sözünü bitirmesine izin vermeden araya girdim. Parasız bir kişisel gelişim zırvalığı nasıl olabilirdi ki?

“Web sitesini incelemiş olsaydın bu yolculuğun bir vakıf tarafından karşılandığını, insanlığın kendini arayışında maddiyatın bir kriter olmadığını öğrenebilirdin,” dedi.

Semiha hakkında düşündüklerim yüzünden ve onun benim hakkımda düşünebilecekleri yüzünden utanmıştım. Sessizce kahvemi içmeye devam ettim.

“Zaten bu dünyanın gerçeğine karşı gelemediler. Bilinçli, eğitimli, yaşayan her şeye karşı saygılı insanların çoğalması işlerine gelmediği için “sistemin çarkları” mahkeme kararıyla trene el koydu. Dünyadaki yanlışlara baş kaldırabilecek düzeyde farkındalık sahibi olan insanların artmasının ne kadar büyük bir tehlike olduğunu tahmin bile edemezsin!” dedi alaycı bir ses tonuyla.

Bunları söylerken ne kadar üzüldüğü belliydi. Ben bile üzülmüştüm. Çünkü duyduklarımdan sonra bu yolculuğa çıkabilmek için bir istek ve umutla dolmuştum. Sanırım artık yeterince yorgundum ya da kırkımı geçince dünyada olan biten haksızlıklara ilgim artmıştı. İşin kötüsü diyecek tek bir lafım bile yoktu.

“Agnotoloji terimini hiç duymuş muydun?” diye sordu. Kafamı “hayır” anlamında salladım.

“Kısaca söylemek gerekirse cahillik bilimi demek. Menfaat gereği cehaleti yaymak; bir ürünü satmak ya da çıkar elde etmek için insanları yalan bilgilere inandırmanın sonuçlarını inceleyen bir bilim dalı da diyebiliriz. Ve evet eğitim şart diyenlerin büyük bir çoğunluğu toplumun bilgi sahibi olmasından ölesiye korkuyor!”

Saatine baktı; artık ayrılma vakti gelmişti. Anlattıklarından sonra hiçbir detay öğrenmeden onu yollayamazdım.

“Bari nerelere gittiniz? En ilginç anın neydi? Seni ne şekilde değiştirdi? Beş dakikada kısaca anlat lütfen,” dediğimde gerçekten yalvaran gözlerle bakıyor olmalıydım. Semiha, “Hiçbir yere gitmedik,” derken gülümsedi. Kafam karışmıştı.

Hesabı öderken, bir gün yeniden karşılaşacağımızı ve o gün bana tüm olanı biteni anlatacağını söyledi. Ona ve tekrar karşılaşacağımıza sorgusuz inanmıştım. Semiha ve ben farklı yönlere doğru yürürken aklımda tek soru vardı: Bazı insanlar göremediklerimizi inatla gözümüze sokmak için mi biz erteledikçe karşımıza çıkıyordu? Ve daha da acısı benim gibiler o kadar kendine dönük yaşıyordu ki o anları fark etmiyordu bile.

Yaklaşık bir hafta sonra posta kutumda Semiha’nın adını gördüğümde heyecanla üzerine tıkladım. Kısa kesilmiş bir hatır sorma faslı ve pdf olarak eklenmiş bir dosya vardı. Nedenini bilmiyordum; ama çok heyecanlanmıştım. Dosyayı açtığımda Semiha’nın kendi el yazısıyla karşılaştım. Bana günlüğünün fotoğrafını çekip yollamıştı.

1 Haziran 2010

Zorunlu günlük tutma görevi verildiği için satırlarıma “Merhaba Günlük” diye sevimli bir giriş yapamayacağım. Zaten trene bindiğimden beri sinirim tepemde! Değiştiremeyeceğim oda arkadaşım tam bir geri zekâlı! Pasaklı, mızmız ve bir erkek! Nişanlı olduğumu söylememe rağmen beni bir erkekle aynı odayı paylaşmak zorunda bıraktıkları için çok sinirlendim. Tamam cinsiyetçi ya da her erkeğe potansiyel tecavüzcü gözüyle bakan bir tip değilim; ama nişanlıma bu durumu nasıl açıklayabilirim? Üstelik bu yolculuk için kıyametleri kopardıktan sonra bir de erkekle aynı odada kaldım mı diyeceğim? Hem benim tam zıttım bir tip. Sanırım ilk durakta ineceğim.

Burada yetkili filan bulamadım, herhangi bir şikayet kutusu da yok. Ne zaman, hangi durakta duracağımızı kimse bilmiyor. Kafeteryadaki garsona sordum. Ağzını bıçak açmadı. Onun tek görevi bize hizmet etmekmiş. Ben de hizmet bekliyorum zaten! Yok öyle bir hizmet onun yetkisinde değilmiş. Zırva! Zaten kafeteryada kiminle karşılaştıysam çoğunun surat beş karış. Kimse oda arkadaşından memnun değil. Madem hiç yetkili yok, çaktırmadan odalarımızı değiştirelim diye düşündük. Bütün gün bizi gözetleyen kimseyle karşılaşmazsak ve oda arkadaşlarımızı kandırabilirsek kurtulacağız o salak tiplerden! Tabii bunun için vagonlarımıza geri dönüp sevgili! yolculuk arkadaşlarımızı iyice sinirlendirecek hareketler yapma kararı aldık. Ben gidip o aklı yarım pasaklının çantasını filan yataktan alıp yere attım, pisliğiyle ilgili söylenmeye başladım. Bu konularda yerilmeye alışık olacak ki cevap bile vermedi.

Neyse, gecenin bir yarısına kadar ortalıkta yetkili bulamayınca bir kaçımız odalarımızı değiştirebildik. Benim pasaklı da benden haz etmediği için hiç zorluk çıkarmadan defolup gitti. Yasemin diye cici bir kızla aynı vagonda seyahat edeceğiz. Üniversiteyi bitirir bitirmez iş hayatına girmeden önce bir maceraya atılmak istediğini duyan halası yüzünden buradaymış. Sayesinde diyemeyeceğim; çünkü şimdilik tam bir hayal kırıklığı… Ama Yasemin’le aynı odaya geçince sinirim biraz yatıştı. Bu sıcaklarda odamda don sutyen takılabileceğim! Tatlı bir kızla iki kelime konuşup eski üniversite yıllarımı yad edeceğim. Bu lüksüm de elimden alınmasın bir zahmet!

Okuduklarım karşısında neşelenmiş ve elimden bırakamayacak kadar meraklanmıştım. Semiha’nın kabus gibi anlattığı ilk günden sonra nasıl olup da bu tren yolculuğunu hayatının dönüm noktası olarak gördüğünü hemen öğrenmeliydim. Sayfayı çevirerek okumaya devam ettim.

2 Haziran 2010

Fark ettim ki bize verilmiş kuralların hiçbirine uyma zorunluluğumuz yokmuş. Bizi kimse gözetlemiyormuş. Yanımda getirdiğim onca eşyaya, oda arkadaşlarımızı değiştirmemize kimse bir şey demedi. Boşuna yetkili aradığımızı fark edince Yasemin’le gülüştük ve yanımıza alkol almadığımız için pişman olduk. Çektiğim sıkıntılara rağmen gece deliksiz uyumuşum. Sabah trenin acı acı bağıran fren sesiyle uyandım. Nereye geldiğimize bakmak için perdeyi açtığım sırada fark ettim ki dünden beri hiç camdan dışarı bakmamışım. Tam da dün bindiğimiz istasyonun aynısı bir yerdeydik. Hayır hayır tam olarak aynı yerdeydik!

Semiha’nın notları burada bitiyordu. Başka hiçbir şey yazmamıştı. Hayal kırıklığına uğradığımı itiraf etmeliyim. Yine bir sonuca ulaşamamış, tren yolculuğu hakkında bilgi alamamıştım. Dayanamayıp Semiha’yı aradım ve notlarının eksik olduğunu söyledim. Aslında içten içe günlük tutmaya devam etmediğini biliyordum. Semiha soruma cevap vermek yerine buluşmayı teklif etti. Bir beyaz yaka olarak “toplantı saatlerimi kontrol edeceğim” demeden sorgusuz kabul ettiğim ilk buluşma olduğunu fark ettiğimde yüzüme bir gülümseme yayıldı. Tren yolculuğunu gerçekten çok merak ediyordum. Semiha’nın değişiminden hoşlanmamama rağmen merak ediyordum. Bu değişime ihtiyacım olduğunu kabul etmek istemesem de merak ediyordum.

Ertesi gün Semiha’yla karşılıklı Kadıköy’de salaş bir cafede oturuyorduk. Ben işten izin alıp çıktığım için üzerimdeki etek ve gömlekle ortama pek ayak uyduramasam da rahatsız olmadım. Kapıdan girerken tüm gözleri üzerimde hissetmemek oldukça iyi bir histi. Kimsenin kimseyle ilgilenmediği bu mekanı ve enerjisini sevmiştim.

“Burada kendimi iyi hissettim. Böyle yerlere daha sık gelmeliyim. Kim bilir belki benim de artık değişime ihtiyacım vardır” deyiverdim.

“Değişimin çok basit olduğunu sanıyorsun değil mi? Ama değil!” dedi Semiha ve birasından bir yudum aldı.

Şaşırmış ve hatta bozulmuştum. Yüz ifademden anlaşılmış olacak ki Semiha elini elimin üzerine koyarak konuşmaya devam etti.

“Haklıydın kimse kimseyi değiştiremez. Beni değiştiren de tren yolculuğu olmadı. O trende olanlar yalnızca gerçekten ne istediğimi düşünmeme fırsat tanıdı. Dediğim gibi tren hep aynı istasyonda duruyordu. Bunu anladığımızda vagonları gezmeye başladık. Hepsinde ayrı simülasyonlar vardı. Her şey o kadar gerçekti ki; mesela 2. Dünya savaşı sırasında trenlerle kamplara taşınan Yahudilerle aynı vagonda yolculuk ettik. “Kara tren gecikir, belki hiç gelmez” türküsü eşliğinde Birinci Dünya Savaşı sırasında askerlerin ailelerine yazdıkları mektupları okuduk, yaralıları memleketlerine taşıdık. Hatta büyük bir tren kazası bile yaptık, ölümden döndük. Sana agnotolojiden bahsettiğimi hatırlıyorsun değil mi?”

“Evet” anlamında kafamı salladım.

“İşte trende fark ettiğim tam olarak buydu. Hepimiz bize sunulan hayatın içine sıkışmış durumdayız. Bilgiye kolayca erişim olanağımız arttıkça gördüklerimizi sorgulama isteğimiz azalıyor. Tembelleşiyoruz. Sosyal medyada gördüğümüz taciz olayları, hayvan işkenceleri, hırsızlıklar, yolsuzluklar gerçek değil demiyorum. Peki bunun sonucunda ne yapıyoruz? Basıyoruz tuşlara ve şunu yazıyoruz: Ben bu çağdan nefret ettim, etimle kemiğimle nefret ettim. Sence o kadar kötü bir çağda mı yaşıyoruz? Yoksa aslında dünya hiç bu kadar yaşanılası bir yer olmamıştı da bizim haberimiz mi yok?”

Kafam karışmıştı. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Çünkü ben de Cahit Zarifoğlu gibi bu çağdan etimle kemiğimle nefret edenlerdendim.

“İşte cahilliğimiz burada başlıyor,” dedi.

“ İkinci Dünya Savaşı’nda trenlerle yüz binlerce insan kamplara taşınarak öldürüldü. Birinci Dünya Savaşı’nda yüz binlerce gencin naaşı trenlerle memleketlerine gönderildi. Savaş demek kıtlık demekti. Savaş demek açlık, tecavüz, hayvan suistimali, hastalık demekti. Savaş demek soykırım demekti. Üstelik bilinenin aksine en büyük soykırımın sebebi bir savaş bile değildi biliyor musun? İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’in emriyle toplamda yaklaşık on bir milyon sivil katledilmişken, Avrupalılar Amerika’yı keşfettikten ve oraya yerleştikten sonra on milyonlarca insanın ölümüne sebep oldular. Hastalık, savaş, kölelik ve yerlilere uygulanan şiddet yüzünden nüfus hızla azaldı. Dünya asla bundan daha iyi bir yer olmadı. Eski Roma’da insanlar arenalarda iki gladyatörün birbirini öldürmeye çalışmasına eğlence diyorlardı. Krallar, padişahlar şu an ahlaksızlık olarak gördüğümüz hayatları aleni olarak yaşıyor ve şak şaklanıyorlardı. Çok değil, birkaç yıl öncesine kadar İspanya’da boğa güreşi bir gelenek diye savunulurken bazı bölgelerde boğayı zevk için öldürmek hayvan hakları savunucuları sayesinde yasaklandı. Dünyada veganizm artıyor. İnsanlar hayvanların kendi zevkleri için kullanılmasına karşı çıkıyor. Afrika ülkelerinde açlıktan ölen insan sayısı akıllı telefona sahip olan insan sayısından az! Ve evet kadına şiddet ve taciz hep vardı. Dünyadaki nüfus oranında artış göstermiş olsa da eskiden susan kadınlar şimdi sosyal medyanın gücüne güvenerek kendini savunmak için adım atabiliyor”

Semiha sustu ve tepkimi ölçmek üzere bana baktı. Bir şeyler söylememi bekliyordu, ama diyecek pek bir şeyim yoktu. Konuyu hiç bu şekilde düşünmemiştim.

“Trende iki ay kaldık biliyor musun? O süre boyunca sürekli vagonlardaki simülasyonlar değişti. Bir bebeğin doğumunu da izledik, İpek elde etmek için tırtılların canlı canlı kaynar suya atıldığını da… Ama hiçbiri Mozart dinleyip neden dünyada olduğumuzu tartıştığımız vagon kadar etkileyici değildi. Evet bize verilen görevleri kimsenin takip etmediğini biliyorduk. Ama her akşam neden dünyada olduğumuzu farklı farklı insanlarla tartışmaktan keyif alıyorduk”

Semiha susunca uzun bir süre sessizlik oldu. Anlatacak daha fazla bir şey kalmamıştı. Hayal ettiğim kadar etkilenmediğimi ve heyecanlanmadığımı itiraf etmeliyim. O trene binmediğim için pişman değilim. Semiha’yla karşılaştığım için de pek mutlu olduğumu söyleyemeyeceğim. Çünkü o günden beri cevabını bilmediğim tek bir soruya takılıp kaldım.

“Neden dünyadayız?”



*Bu hikaye Mektup Edebiyat Dergisi'nde yayınlanmıştır.




Commentaires


bottom of page