Aldığı kararların çoğunu öz iradesiyle verdiğini sanan insan, gerçek patronun ilkel beyni olduğunu asla kabul etmeyecekti.
“Doğruluk mu cesaret mi?” diye sordu biri. Hislerini açıkça belli etmekten korkan gençlerin icadıydı bu oyun. Çevrilen şişe Su’yu göstermişti. O kadar çok içmişlerdi ki konuşanın sesi kulaklarında yankılanıyor, hepsi dünyayı farklı algılıyordu. Satıcı otu satarken dil altında tutmaları gerektiğini söylemişti. İşin içine bir de alkol karışınca gençlerin kafa toptan gitmişti. Artık oyuna gerek bile yoktu, hepsinin hormonları en üst seviyeye ulaşmış; duygularını utanmadan açıkça söyleyebilecek mertebeye çoktan varmışlardı. Ama oyunun eğlenceli bir yanı vardı. Hepsi hazzı ertelemek zorunda kalıyor, oyunun kuralları sayesinde sıralarını bekliyorlardı.
“Doğruluk mu cesaret mi?” diye tekrarladı aynı ses. O tarafa doğru baktı, konuşan Can’dı. Boktan hayatıyla ilgili sırları kendine saklayıp soruyu soran adamla sevişmeyi tercih ederdi. Hem artık kimsenin hayatında olanı biteni merak etmiyor, kendi sırlarının didiklenmesinden da hoşlanmıyordu. Sırlar… İnsanın gerçek kimliğini oluşturan, başkalarından saklanan gerçeklerden ibaret bir bulmaca gibiydi. Kimse kendi gizinin çözülmesini istemezdi. Zaten insanlar gizemini koruduğu sürece birbiri için değerliydi. Bulmaca çözüldüğünde heyecan ve keşfetme arzusu biter, herkes birbiri için sıradanlaşırdı. O ise sıradan olmak değil, arzulanmak istiyordu. Sırlarını paylaşmak yerine eyleme geçmek istiyor, ağzından aptalca kelimelerin dökülmesindense dudaklarını başka bir dudağa kenetlediğini hayal ediyordu. Bu uyuşturucu ve alkol tüm dengesini bozmuştu. Ama kendini iyi hissettiğini inkar edemezdi.
“Cesaret!” derken Can’ın gözlerinin içine baktı, onu arzuladığını belli etmek için eteğini hafifçe sıyırıp güzel bacaklarını sergiledi. Adamın gözü bacaklarına kayınca da nedense kendi yaptığından kendi tiksindi. Kadın olmak ne menem bir şeydi. Karşısındaki adamı arzulamasa bacaklarına baktığı için tacizci damgasını vuran da kendisi olacaktı. Beğendiği birini baştan çıkarmakla beğenmediği birini damgalamak arasındaki fark, çözülmesi gereken bulmacanın bir parçasıydı. Kimse nerede durup nerede devam etmesi gerektiğinden emin değildi. Herkesin sırlarla çevrili olmasının sebebi de dur durak bilmemesiydi. Su’nun başı dönüyordu, dilinin altındaki uyuşturucu yüzünden beynine hükmedemiyordu. Zaten ne zaman söz geçirebilmişti ki! İnsanlık dünyaya hükmettiği yalanıyla kendini kandıra dursun, asıl gerçek hepimizin beyinleri tarafından ele geçirildiğiydi. Aldığı kararların çoğunu öz iradesiyle verdiğini sanan insan, gerçek patronun ilkel beyni olduğunu asla kabul etmeyecekti. Üremek, yemek yemek ve hayatta kalmak için en uygun kararları veren asla kendisi olmayacaktı. İnsan o kadar aptaldı ki beyni tarafından yönetildiğinin farkına bile varmayacaktı. Beyin acaba bir çeşit uzaylı icadı mıydı? Hala gizemi tam olarak çözülemediğine göre belki de bize ait bir organ değildi! Mesela şu anda üremek için duyduğu istek karşı konulamazdı. Beyninden geçenleri susturabilse “cesaret” dedikten sonra adamın verdiği görevi bile dinlemeden üzerine çullanacaktı. Başı öyle bir dönmeye başladı ki kendisini uyuşturan her ne varsa tükürerek halının üzerine bıraktı. Kimsenin umurunda olmadı; hatta ev sahibinin bile…
Can, emrine amade olarak gözünün önüne serilmiş bacaklardan bir an bile gözünü ayırmadan konuşmaya başladı. “Aramızdan birini öldürecek cesaretin var mı?” Odada gülme sesleri yankılandı. Kimse bu soru karşısında şaşırmadı, korkmadı. Belki de Su’nun “evet” diyebileceğine ihtimal vermediklerinden gülme sesleri çoğaldı. Bugün tanıştığı şişman ve gözlüklü adam da Su’nun bacaklarına bakıyordu. Yerde duran battaniyeyle kendini iyice sardı. Gerçekten birini öldürecek olsa kendisine yiyecekmiş gibi aç gözlerle bakan bu tacizciyi öldürebilirdi. Tanıştıklarından beri muhabbeti de dahil olmak üzere hiçbir hareketini sevmemişti. Zaten arkadaşlarının geneli de şakayla karışık adamı yerin dibine sokuyor, kimse onun burada olmasını istemiyordu. Sahi bu çirkin şey kimin nesiydi ki? Kimse onun arkadaşıymış gibi de davranmıyordu. Varlığı kelimenin tam anlamıyla fazlalıktan ibaretti. Adamla göz göze geldiğinde aşağılarcasına bir bakış fırlattı. “Polisiye filmlerde gençlerin alkolle uyuşturucuyu fazla kaçırdığı ve aralarında tam da bu tarz oyunlar oynadığı gecelerde ilk öldürülen tiplere benziyorsun,” dedi. Kahkahalar çoğalırken adam utanmıştı. Su, bir de “Sapık!” diye söylenince adam hemen bakışlarını başka yöne çevirdi. Kimseyle göz göze gelmemek için özen gösterdi. Çünkü herkesin ona sapık gözüyle baktığına emindi. Onun gibi tiplerle Su gibilerin asla işi olmayacağını neredeyse on yıl önce öğrenmişti ve bu gerçeği unutarak hakkı olmayan bir çift bacağa diktiği gözleri, ona sapık damgasını yapıştırmaktan başka bir işe yaramadı. Can ise bu durumdan keyif aldığını belli edecek şekilde vücudunu gere gere kahkahayı patlattı.
“Sana fiziksel orgazm yerine ruhsal orgazmı teklif ediyorum,” dedi. Birini öldürme konusunda gayet ciddi olduğunu belli etmek için işaret parmağını açtı, boğazına doğru yakınlaştırdı ve filmlerdeki gibi boğaz kesme işareti yaptı. Bunu yaparken şişman adama bakmıştı. Su’nun tüyleri diken diken oldu.
“Psikanalizin babası Freud haklı mı? Bizim gerçeğimiz saldırganlık ve cinsellik mi merak etmiyor musun? Bunu öğrenme şansımızı geri çevirmeyecek kadar cesaretli bir kadına benziyorsun. Hem sonrasında fiziksel orgazm konusunda da yardımcı olurum, böylelikle bir taşla iki kuş vururuz ha?”
Su cevap vermeyince de bahçeye çıkıp bir kedi bulmayı ve onu öldürmeyi teklif etti. Birkaç kişi şakanın abartıldığını düşünerek homurdanmaya başladı. Hatta aralarından bir tanesi “Bir insanı öldürmenize izin veririm; ama bir hayvana zarar vermenize asla göz yummam!” dedi. Her kötülüğün başlıca sebebi olan insanın bazılarının gözünde hayvanlar kadar değeri olmuyordu. Konuşulanlara inanamayan Su sessiz kalmaya devam etti. Başı öyle çok dönüyordu ki, odadaki eşyaların havalandığını görüyordu. Bir süredir gerçeklik algısını yitirmişti. Can’ın konuşmadığını, tüm bu fikirlerin kendi beyninden çıktığını düşünmeye başlamıştı. Uzaylılar tarafından yönetilen beyninin ve hayal gücünün esiri olduğundan emindi; çünkü kimse kimseye cinayet işlemeyi teklif etmezdi. Kimse bir kedi yerine insan öldürelim demezdi. Sarışın ve oldukça güzel olan Merve, öne doğru hamle yapmak üzere elini Can’ın bacağına koyarak destek aldı ve şişeye ulaştı. Elini çekmek yerine, Can’ın bacağında biraz daha yukarıya kaydırdı ve dudaklarını hafifçe ıslattı. Bu kadının asıl amacı Su ile Can’ın bu geceyi aynı yatakta bitirmesini engellemekti. Su adı gibi emindi. İşte kadının bir kötü huyu daha gün yüzüne çıkmıştı. Belki de Freud haklıydı. Dişi, erkeğini elde etmek için gerekirse saldırganlaşırdı. İki kadın aynı adam için ya kapışacaklardı ya da Su bu geceki tüm duygularının sebebini alkol ve uyuşturucuya bağlayarak beynine söz geçirmeyi öğrenecek ve bu evi terk edecekti. Zaten başka çaresi de yoktu, kendini hiç iyi hissetmiyordu. Çevresinde olup bitenleri algılamakta, gerçekle hayali ayırmakta zorluk çekiyordu. Hem beyniyle arasındaki savaşta galip çıkmak, Merve’yi alt etmekten çok daha önemliydi. İkinci yolu seçti. Ama gitmeden önce midesinde ne varsa öz suyu ile birlikte Merve’nin üzerine boşalttı. Ev sahibi bu sefer umursamamazlık yapamadı, Su gitmeden önce kendi pisliğini kendi temizlemek zorunda kaldı. İyi de olmuştu. Bu kafayla tek başına yola çıksa kesin kaybolurdu. Yerleri temizlerken baş dönmesi biraz azaldı ve bir taksiye binerek oradan ayrıldı.
Evine varıp yatağa nasıl girdiğini bile hatırlamadan sızmıştı ki aralıksız basılan kapı zilinin sesiyle uyandı. Sabah olmuştu, başı çatlıyordu ve yankılanan tek ses kuş ötüşüydü. Nuh Nebi’den kalma bir evin kapı zili başka nasıl çalabilirdi ki! Bir neslin kuş sesinden rahatsız olma sebebi tam da bu kapı zili olmalıydı. Yataktan çıkmayıp yorganı tepesine kadar çekti; ama gelen her kimse fazlasıyla ısrarcıydı. Üzerinde pijamalarıyla neredeyse sürünerek kapıya ulaştı, delikten baktı. Karşısında polisi görünce ne yapacağını şaşırdı ve emin olmak için “Kim o?” diye sordu. Sert ve tok bir ses yanıtladı:” Sureyya Dursan kapıyı açın lütfen, hakkınızda ihbar var.” Eli ayağı titriyordu. Bugüne kadar sokakta kimlik kontrolüne denk gelmemiş, hatta trafik polisleri tarafından alkol kontrolü için bile çevrilmemişti. O yüzden filmlerde gördüğü gibi yaptı ve polislerden kimliklerini göstermesini istedi. Aralarından biri gayet ciddi bir tavırla kimliğini deliğe doğru tutarken kapıyı açmasını emretti. Baş ağrısı, korku, heyecan derken ne olduğunu bile anlayamadan kendini karakolda sorgulanırken buldu Su. Polis sadece soru soruyor, ne olduğunu anlatmıyordu. Dün gece neler olmuştu? Kaç kişilerdi? Birini öldürmekten bahsetmişler miydi? Ne içmişlerdi? O evde ne kadar kalmıştı? Kimi öldürmekten bahsetmişlerdi? Kaç kişi bu işin içindeydi? Ve birini öldürmüş müydü?
Ard arda gelen sorulara yanıt vermekte zorlanıyor, geceyi erkenden sonlandırdığına emin olmasına rağmen beyni aralıksız sorulan sorulardan kurtulmak istercesine ona oyunlar oynuyordu. Göz yaşlarına hakim olamıyordu, korkuyordu. Uyuşturucu ve alkolün etkisiyle hoşlanmadığı birini öldürecek kadar ileri gidip hatırlamamaktan korkuyordu. Bacaklarına bakan o şişkoyu öldürmek istediği o anı düşünüyordu. Daha da kötüsü; Su evden çıktıktan sonra arkadaşları oyuna devam etmiş ve birileri cinayet işlemeyi cesaret saymış olabilirdi. Peki onu ihbar eden kimdi? Defalarca denedi, beynine hükmederek gece olanları hatırlamaya çalıştı; başaramadı. Cevap, sorulan her soruyla değişiyor, korktukça birini öldürdüğüne inanmaya başlıyordu. Sonra Merve’nin üzerine kustuğunu hatırlıyor ve o evden tek başına çıktığına yeminler ediyordu. Birkaç saat boyunca sorgu devam etti. Su, artık tamamen tükendiğinde polisler eve gidebileceğini söyledi. Yerinden kalkamadı. Evde beyniyle yalnız kalacak cesareti kendinde bulamadı. Ona ne oyunlar oynayabileceğini, bu yükten nasıl kurtulabileceğini bilmiyordu. Beyin boşlukları sevmezdi! Hatırlamamak ona göre değildi; bu yüzden de o boşlukları doldurmak için gerçekle hayali birbirine karıştırabilir, olmayanları oldurabilirdi. Telefonunu eline aldı, birilerini aramalıydı. Herkesin sorgulanıp sorgulanmadığını öğrenmeliydi. Bu işi başlatan, ona bu kabusu yaşatan pisliğin numarasını çevirdi. İnsanların hisleri ne de çabuk değişiyordu. Dün gece tutkuyla tenine dokunma hissi uyandıran Can, bir anda görmeye tahammül bile edemeyeceği bir pisliğe dönüşmüştü. Katilin ta kendisiydi; çünkü aptal bir gençlik oyununu bir cinayete çevirmişti. Başına gelen her şey onun yüzündendi. Can’la konuşmak istemedi ve telefonu kapadı. Ağlayıp sızlanacak vakti yoktu, kendine bir avukat bulması lazımdı. Hem başına gelenleri ailesine nasıl açıklayacaktı? Hatırlamadığı bir gecede yaşananların suçlusu olmadığını nasıl ispatlayacaktı? Kendini caddede hızla geçen arabalardan birinin önüne atmak istiyordu. Keşke ölmeyeceğinin ve dava sonuçlanana kadar bitkisel hayatta kalabileceğinin garantisi olsaydı. Katilse hiç uyanmasa, suçsuz bulunursa hayatına kaldığı yerden devam edebilseydi.
“Sus!” diye bağırdı beynine. “Ne olur sus! Bu işten sıyrılmamı sağlayacak anılarımı bana geri veremiyorsan hiç konuşma!” Ama susturmak ne mümkündü… Beyin ne derse insan itaat etmek zorundaydı. Aksi takdirde istediğini elde edene kadar asla susmazdı. İşte bu yüzden beyniyle yalnız kalmak yerine kuzenini aradı. Birilerine güvenmeli, uyuşturucu kullandığını ve cinayet şüphelisi olduğunu anlatmalıydı. Hakan da polisti ve ona yardım edebilirdi. En azından ne yapması gerektiğini bilirdi. Mesai bitimine kadar sokaklarda kendi kendiyle kavga etti. Susturamadığı düşüncelerine anlamlar yükledi, aynı geceyi onlarca defa deneyimledi. Sonuç hiç değişmedi. Biri öldürülmüştü, bir oyunla başlayan gece birinin bu hayattan tamamen silinmesine, yok olmasına sebep olmuştu. Şişman adamı Su hiç sevmemişti; peki ya ailesi? Bir daha göremeyecekleri evlatlarının katilinin serbest kalmasına izin verirler miydi? Gecenin ayrıntılarını hatırlamazsa başkasının işlediği bir cinayet yüzünden suçlu bulunabilir miydi? Ya Can’la o şişman adam arasında bir husumet olduysa ve Can bu oyunu bilerek tezgahladıysa?
Anlamıştı, beyni susmayacaktı. Çözüm üretmek yerine onu bir kuyunun ta dibine sokacak, çıkmaz sokaklarda deli danalar gibi dolaştıracaktı. Kendini beyninin kıvrımlarında dolaşan ufacık bir hücre olarak hayal etti. Uçsuz bucaksız bir boşlukta kaybolmuştu. Cennet ve cehennem kafasının tam içinde, düşüncelerindeydi. Cennet ve cehennem beyninde salgılanan basit hormonlardan ibaretti. İşkenceyle geçen birkaç saat sonunda Hakan’la buluştuğunda düşünmekten tükenmiş, ağzını açacak hali bile kalmamıştı. Hakan ise onu görünce çok endişelenmişti. Karşısında bildiği, sevdiği Su yoktu. Katil olabilme düşüncesi sanki onu birkaç saatte bambaşka bir insana çevirmişti. Bakışları, duruşu ve hatta tipi bile değişmişti. Önlerine ilk çıkan çay bahçesine oturdular. Hakan sabretmek Su’nun anlatmasını beklemek istedi; ama bu mümkün görünmüyordu. Su’nun tüm olanı biteni, içindeki fırtınaları kusması için tek bir soru yetti. “Neler oluyor?” Soru basit, cevabı ise bir genç kızın tüm hayatına bedeldi. O an öyle bir şey oldu ki Su, tek bir damla göz yaşı akıtmadan, sakince hatırladığı tüm detayları anlatmaya başladı. O konuştukça Hakan’ın gözleri büyüyor, duyduklarına inanamıyordu. Su’nun ise ses tonu bile değişmiyor, Hakan’ın verdiği tepkiler hikayenin gidişatını etkilemiyordu. Su beyniyle savaşmaktan vazgeçmiş, olanı biteni tüm çıplaklığıyla anlatmayı seçmişti. Hatta Can’la sevişme isteğini bile gizlememişti. Hakan’ın soru sormasına izin vermedi. Bugün yeterince sorgulanmıştı ve sorular onu yalnızca çıkmaza sürüklemişti. O yüzden bir çırpıda anlatmalı, hızlıca bir torbaya tıkıştırdıklarını aynı hızla ortalığa boşaltmalıydı. Daha sonra ikisi birlikte o dağınıklığın içinden ihtiyacı olanları ayırabilirdi. Konuşması bittiğinde uzun bir sessizlik oldu. Hakan elinde telefonuyla oynuyor ve konuşmuyordu. Su’nun ise ortaya saçacak tek bir kibrit çöpü bile kalmamıştı. Hakan’ın yüzüne baktı, tahmininden daha sakin görünse de Su ile göz göze gelmekten kaçınıyordu. “Ne yapmalıyım?” diye sordu. Beyni onu ele geçirmeden tüm dikkatini Hakan’a vermeliydi. Bu cehennem son bulmalı, Su katil olup olmadığını öğrenmeliydi. Hakan soruya soruyla karşılık verdi ve polislerin onu nereye götürdüğünü sordu. İşin aslını, Su’nun gerçekten şüpheli olup olmadığını öğrenmeliydi. Ailenin en güvenilir, gelecek vadeden ufaklığının uyuşturucu kullandığı yetmiyormuş gibi katil olmakla suçlanması akıl alır gibi değildi. Bu gençlerin nesi vardı böyle? Neden nerede duracaklarını bilmiyorlardı? Masadan uzaklaşarak birkaç telefon görüşmesi yaptı. Su ise Hakan’ın hareketlerini gözünü kırpmadan takip ederek anlamlandırmaya çalıştı. Nerdeyse yarım saat sonra Hakan üzgün ama rahatlamış bir ifadeyle masaya oturdu, çay söyledi. İkisi de konuşmadı. Hakan Su’nun cezasını çekmesini, korkmasını istediği için susuyordu. Su ise eriyip yok olma fikrine kendini o kadar kaptırmıştı ki nefesini tutarak kendi kendini hastanelik edebileceğini umuyordu.
Çaylar gelene kadar masadan çıt çıkmadı. Garsonun sessizliği bozmasıyla Hakan konuşmaya başladı:
“Zavallı çocuk intihar etmiş,” dedi. Su kimden bahsedildiğini anlayamadı. Beyni onu ortada bir cinayet olduğuna o kadar inandırmıştı ki intiharın anlamını bile kavrayamadı. Sadece suçlu olup olmadığını bilmek istiyordu; gerisi umurunda değildi. Su hiçbir tepki vermeyince Hakan aynı cümleyi tekrarladı.
Adli tıp raporu sonucuna göre şişman adam öldürülmemiş, kendi canına kıymıştı. Ortada katil filan yoktu; ya da ona aşağılayan gözlerle bakan herkes katiliydi de delil yetersizliğinden, cinayet aleti gözle görünmediği için hepsi beraat etmişti. Onu sevmedikleri için ölmüştü. Yakışıklı akranları gibi çapkın olarak değil de sapık olarak anıldığı için ölmüştü. Beğendiği kadının tiksinen bakışları kalbini kırmamış durmasına sebep olmuştu. Su suçluydu. Hepsi suçluydu. Kaza sonucu birinin ölümüne sebep olmaktan bile yargılanmayacaklardı. Kendi vicdanları dışında kimse onları suçlamayacaktı. Su’nun beyni susmuyordu. Zaten bu sefer ondan kaçmaya niyeti de yoktu. Ona birinin yaptıklarını durmadan hatırlatması gerekiyordu. Beyniyle iş birliği yapmalı, olanları unutmamalıydı.
“Sen bir katilsin!” diyordu beyni ve bu gerçeği bir tek ikisi biliyordu.
*Bu hikaye Dedektif Dergi'nin 28. sayısı için yazılmıştır.
Comments