Topraktan gelip toprağa döneceğimizi bilmemize rağmen, denizlerin ve gökyüzünün mavisine, ağacın yeşiline özeniriz de hiçbirimiz bize hayat verenin rengine bürünmeyi aklımızdan bile geçirmeyiz.
Beyaz bir sayfa aldım önüme, suluboyalarımı çekmeceden çıkardım. Derin bir nefes aldım, kafamı beyaz sayfadan kaldırıp yeni boyattığım buz beyazı duvarlara baktım. Bu rengi öneren boyacının dediklerini düşündüm.
“Buz beyazı diğer renklerle ve tüm aksesuarlarınızla harika uyum sağlar”
“Her şey birbiriyle uyum sağlayabiliyordu da ben kendimle bile uyuşamıyordum. O nasıl olacak Boyacı Bey?” demek istemiştim, diyemedim.
Hayatta birçok şeyi beceremedim ben. Mesela üniversiteyi bitiremedim, hiçbir işte uzun süreli barınamadım. Ne sığınacak bir liman bulabildim kendime, ne de buz beyazı duvarlarımla uyum sağladım. Bir tek resim yaparken içimdeki boşluğu doldurmayı başardım. Ama eserim bittiğinde çizdiklerime bile yabancılaştım; çoğunu yırtıp attım. Arkadaşlarım tablolarımı satsam çok para kazanacağımı iddia ederlerdi hep. Bense eserlerimi tanımadığım insanların duvarında hayal bile edemedim. Buz beyazı duvarlarımla uyum sağlamalarını istemedim. Olur da biri çöpte bulmasın diye küvette yakıp küllerini camdan aşağı serptim. Sakladığım birkaç resim var tabii; çekmecenin en ücra köşesinde durur yıllardır. Ne ben açıp bakarım tekrar ne de duvarlarıma asarım. Onları neden yakmadığımı iyi bilirim de sergilemekten neden çekindiğime bir türlü cevap veremem. Eski kız arkadaşım “Delisin sen!” derdi. Bunu öyle içten söylerdi ki hoşuma giderdi. İyi bir sanatçının aklı başında olmamalı değil mi? Sonunda deliliğim yüzünden beni terk etti.
Her şeye rağmen yine buradayım. Masanın başında, kağıdım, boyalarımla baş başa. Fırçamı elime almadan ne çizeceğimi bile bilmem ben. Ama gelişi güzel bir yol da izlemem. Kağıda ellerimi koyarım önce, gözlerimi kapar, kafamdan tüm düşüncelerin akmasını beklerim. Ailem gelir aklıma, kavga ettiğim arkadaşım, ekonominin boktanlığından satın alamadığım boyalarım, Yeşilçam’ın unutulan ve evinde ölü bulunan sanatçısı, havanın serinlediği, sonra onu düşünürüm. Sıra bir türlü bana gelmez. Kendi duygularımla yüzleşmem. Herkes için beynimde bir yer, bir kimlik vardır da kendime yabancı kalmayı tercih ederim. Aslında düşüncelerim bir film şeridi olsa; sahne değişirken, saniyenin binde biri kadar bir süreliğine insanın gözünün fark etmediği, bilinçaltının algılayabildiği o şerit araları gibi olduğumu bilirim. Görünmeden fark edilenim. Aklımdan geçen her düşüncenin arasındayım da ortasında bir türlü yer bulamam kendime. Bulmak da istemem zaten. Gözümüzün görmeyip içimizin en derinine işleyen, sevdiğimiz renkleri düşününce aklımıza bile gelmeyen bir renk gibi… Topraktan gelip toprağa döneceğimizi bilmemize rağmen, denizlerin ve gökyüzünün mavisine, ağacın yeşiline özeniriz de hiçbirimiz bize hayat verenin rengine bürünmeyi aklımızdan bile geçirmeyiz. İşte tam da bu yüzden fırçayı ilk kahverengiye batırırım. Ne çizersem çizeyim ilk fırça darbesine kahverengi ile başlarım. Ağacın gövdesini çizmek için beni terk eden sevgilimin saçının tonuna en yakın rengi bulana kadar çabalarım. Gözlerinin yeşiliyle yaprakları boyarım. Sonra dudaklarını hayal ederim. İşte o an gitmeden önce son söyledikleri gelir aklıma.
“Doğru dürüst arkadaşın bile yok. Bana öylesine bağlısın ki, anan mıyım baban mıyım dostun muyum kardeşin miyim ayırt edemiyorum. Ben sadece birinin sevgilisi olmak istiyorum anlıyor musun? Kimseye analık babalık yapmak istemiyorum! Anlasana seni aldatıyorum” diye haykırmıştı gül kurusu dudakları.
Susmuştum. Arkadaşlarını düşünmüştüm. Etrafına topladığı onca işe yaramaz, boş kalabalığı… Öldüğü zaman cenazesinde bolca seyircisi olacağı kesindi. Bir sürü tanıdığı olacaktı da kendine yabancı ölecekti. Herkes gibi bunun farkında değildi.
Ağacın yanına bir mezar taşı çizdim. Üzerine sevgilimin adını, kendi soyadımı yazdım. Ressamların çizmekten neden vaz geçemediğini bir kez daha anladım. Mezar taşına uzun uzun baktım. Sonra topraktan ufka doğru uzanan elini çizdim. Uzun tırnaklarını, hiç çıkarmadığı gümüş yüzüğünü, yıllar önce bana sinirlenip cama vurduğunda açılan yara izlerini bile yaptım. Hatta yaradan biraz kan bile sızdırdım. Doğrulup çizdiklerime bakınca kağıdı yırtıp attım. Masadan kalkıp karşıma bir ayna aldım. En son ne zaman aksimle karşılaştığımı hatırlamaya çalıştım. Bu sefer başkalarını düşünmeyecektim çizerken. Film şeridinin arasına gizlenen kendi kimliğimi resmedecektim. Kim olduğumu, ne olduğumu, nerden geldiğimi, nereye gitmek istediğimi, kendimle ilgili ne varsa çizecektim.
Korkularımı düşündüm önce. Çocukken hata yaptığımda ya da yalan söylediğimde beni cehennem ateşiyle korkutan dedem geldi aklıma. Sırf cezalandırılmaktan hoşlanmadığım için çocuk aklımla Allah’ı hiç sevememiştim. Üniversiteyi bitiremedim dedim ya, felsefe öğrencisiydim. Uygarlıklar, çok tanrılı dinler derken Allah’ı tam olarak nereye koyacağımı keşfettim. Ama bunu birilerine anlatıp kafasını karıştıracak değilim. Hayatın bir sınav olmadığını, kimsenin kimseyle sınanmadığını anladığımda rahatlayacağıma daha çok içime kapandım.
Bu içime kapanıklığı nasıl resmedebileceğimi düşündüğümde derin bir mağara hayal ettim. İlkel benliğimle yüzleşmem için insanlığımın da en ilkel halini çizmeliydim. Bu sefer kahverengi yerine ilk darbeyi siyahla vurdum. Bembeyaz sayfayı tamamen siyaha boyadım. Tam ortasına yaktığım ateşten sızan ışığı, bu ışık sayesinde oluşan gölgemi çizdim. Milyonlarca yıl önce, Paleolitik çağda yaşamış, ateşi ilk defa kullanan homo erectus olduğumu hayal ettim. Bir hayvandan çok da farkımız olmadığı, avlanmak ve üremek dışında hayatı şimdiki gibi abartmadığımız zamanların tam ortasında durdum. Mağaranın içinde olduğuma göre vahşi hayvanlar tarafından parçalanmaktan korkmuyordum. Ateşim vardı, ısınıyordum. Karnımı doyuracak kadar da avlanmışsam ne derdim olabilirdi? Hem ilkel insan mağara duvarlarına hayvan figürlerinden başka bir şey çizmemişti ki. Üstelik bu resimler daha rahat avlanabilmek için bir çeşit büyü ritüeliydi. Sanat yapmak, gelecek nesillere bir şeyler aktarmak gibi bir dertleri yoktu.
Peki ben şimdiki aklımla duvarlara neler çizerdim? Bu mağara benim beynimin tam içindeki karanlığı yansıtsaydı, nelerle yüzleşirdim? Tırnaklarım kopana kadar, ellerimi kanata kanata neyi resmederdim?
Ortada ateşin yandığı ve duvara gölgemin yansıdığı çizimime uzun uzun baktım. Işık kaynağı ile cisim arasındaki mesafe azaldıkça gölge büyür. Bu bir fizik kuralıdır. Karanlık tarafımla yüzleşebilmek için ateşe yaklaştığımı hayal ederek mağara duvarındaki gölgemi iyice büyüttüm. O kadar büyük bir gölge çizdim ki duvarda boşluk kalmadı. Psikologların içimizdeki çatışmadan söz etmek için kullandığı gölge; ruhumun karanlık tarafı tam karşımdaydı. Bir mağara duvarına yansımış karartı ruhumun ta kendisiydi. Bildiğim ama reddettiğim ne varsa duvara çizebilir, gölgemin içini doldurabilirdim.
Aynaya tekrar baktım. Kendimle göz göze geldim. Bu hayatta ne istesem yarım bırakmıştım, hayallerimin asla peşinden koşmamıştım. Yorgun olduğumu düşünüyordum, ama sadece tembeldim. İnsanları yeteri kadar sevmemiş, kimseye değer vermemiştim. Aslında kendimi sevememenin yükünü başkalarına yüklemiştim. Sıklıkla yalan söylerdim. Kendime bile… Şimdi hangi birini nasıl resmedecektim?
Gölgemin tam ortasına, kalbe denk gelecek şekilde kapalı göz çizdim. Kendimle yüzleşmeyi gerçekten istiyor muydum? Gözlerimi açıp da karanlık tarafıma baksam daha mı mutlu olacaktım? Ya da karanlık tarafım aklıma gelenlerden mi ibaretti? Yoksa insan kendi gerçeğine yabancı mıydı?
Gölgemi küçülttüm, hatta o kadar küçülttüm ki mağara duvarında bir çift kapalı gözden başka hiçbir şey bırakmadım. Aynadaki yansımama tekrar baktım, masamdan kalktım ve bir resmimi ilk defa buz beyazı duvarıma astım.
Bu yazı Zamansız Dergi'de yayınlanmıştır.
Comments