İn-san: Derinliği olduğunu sanan, kendine kör mahlukat.
Adı Ahmet’ti. 82 milyon insanın yaşadığı bir ülkede 41 milyon 722 bin erkeğin arasında yaklaşık 1 milyon 735 bin kişinin sahip olduğu sıradan bir isme sahipti. Bu da her kırk erkekten birinin adı Ahmet demekti! Herkesin en az bir tane Ahmet diye tanıdığı vardı. Yüzüne bakıldığında “Ulan bunun ismi kesin Ahmet’tir” dedirtecek kadar sıradan bir tipti. Şanslıydı. Çünkü insan denen mahlûkatın beyni her şeyi kategorize etmeye meyilliydi. O yüzden ismi Ahmet olan birinden kimse şüphelenmezdi. Hakkında kötü düşünmezdi. Ahmet’ler aileden biriydi. Bizim Ahmet de öyleydi.
Sonra bir gün âşık oldu, evlendi. Sıradan hayatına kendince bir renk, bir heyecan geldi. Birkaç ay sonra karısının hamile olduğu haberiyle sevindi. Eşi “İsmi Ayşe olacak” diye tuttursa da bizim Ahmet kabul etmedi. Bir eve bir sıradan isimli insan yeterdi. Üstelik isimlerin bir insanın tüm hayatını etkilediğini gayet iyi bilirdi. Bunu bizzat deneyimlemişti. Hem aile büyüklerinin ismini yeni doğan çocuğa koymak adettendi. Kızının ismi Adalet olacaktı.
Evet, ufak bir kız çocuğu için çok ağır bir isimdi. Ama ona çok sevdiği babaannesinden yadigâr kalan tek şeydi. Üstelik bir avukatın kızına bundan daha fazla yakışabilecek bir isim bulmak da mümkün değildi. Hem bir ağırlığı vardı. Ahmet gibi değildi. İnsan dediğin varlık, ismiyle şahsiyet kazanıyordu. Kendini düşündü. Mesela ismi Savaş olsaydı belki daha mücadeleci bir tip olacaktı. Ama daha doğmadan hepimizin kaderi ana babalarımız tarafından yazılıyordu. Bize yalnızca onların belirlediği sıfatlara uygun bir hayatı yaşamak kalıyordu.
Aylar geçti Adalet dünyaya gözlerini açtı. Annesi bu isimden o kadar nefret etmişti ki kızına kısaltarak Ada diye hitap etti. Üstelik Ada epeyce moda bir isimdi. Gonca’nın kızına yakıştırdığı anlam tam olarak şöyleydi: Dört tarafı sularla çevrili bir kara parçası. Ya da armuttan yapılan pekmez. Sıfatsızdı. Hâlbuki insana ismi bir anlam katmalıydı. Güzel, akıllı, adil, hoşgörülü bu liste uzar giderdi. Ama Ada hiçbir sıfatı içinde barındırmayan bir kara parçasıydı. Hatta kara diye bahsedilen bir renk sıfatı bile değildi. İnsanların bu ismi neden sevdiğini anlayamıyordu. Her şeye rağmen Adalet ismini hiç sorun çıkarmadan kabul eden bir anneye müdahale etmek haksızlık olurdu. Hatta bazen ufak kızının sevimli yüzüne baktığında o da kızını Adalet yerine Adoş diye sevdi.
Gel zaman git zaman Adalet büyüdü. Dört yaşına geldi. İsminin hakkını veren bir çocuk olmuştu. Mesela hayvanları çok severdi. Hem de kedi köpek, kuş böcek diye ayırt etmeksizin tümüne olabildiğince eşitti. Ama yumuşak tüylü olanları biraz daha fazla tercih sebebiydi. Oyuncaklarını paylaşırdı. Uyumluydu. Ama biri haksızlık yapmaya görsün mahalleyi ayağa kaldıracak bir ses tonuyla ortalığı inletirdi. Böyle durumlarda Ahmet’in kızının gözlerinin içine bakarak ve sesini azıcık yükselterek “Adalet” demesi yeterliydi. Bazı ebeveynler şanslıydı. Çocukları çok fazla eğitime gerek duymadan, doğuştan uyumlu ve akıllı olabiliyorlardı. Bazıları da ne kadar uğraşırsa uğraşsın, çocukları inadından vazgeçmiyor, ne ceza ne de ödülle söz dinliyorlardı. Belki de gerçekten çocuğa konulan isim ona hayat misyonunu da yüklüyordu.
Bir gün kızı Ahmet’in karşısına dikildi. Suratı beş karıştı. Babası ne olduğunu sormaya vakit bulamadan lafları ardı ardına sıraladı.
“Bana bundan sonra Adalet demeni istemiyorum. Annem gibi Ada de bana! Adalet çok çirkin bir isim.”
Ahmet ne diyeceğini şaşırdı. Önce gülmek istedi. Ama yapmadı. Yalnızca hayır anlamında başını salladı. Kızı daha da sinirlendi.
“Ne demek Adalet?” diye sordu.
İşte buna cevap vermek çok zordu. Dört yaşındaki bir kıza adaletin anlamı nasıl anlatılabilirdi ki? Üstelik de ismi Adaletse ve bu isimden nefret ediyorsa! Hem insanoğlu bile adaleti tam olarak anlayamamışken, herkes adaleti işine geldiği gibi uyguluyorken, menfaatine uygun olanı adil sayıyorken küçücük çocuğa ne diyecekti? İnsan bazen kendi çocuğuna karşı bile adil değildi ki. Mesela bir annenin çocuğunun iyiliğini düşünerek safça ve art niyetsiz dualar ettiği, sadece çocuğunun hakkını gözettiği tek dönem bebekliğiydi. Ondan sonra beklentiler başlardı. “Seni ben büyüttüm. Ama şu yaptığına bak. Beni ne kadar üzüyorsun!” diye sitem ettiğin an adalet de son buluyordu. Birini büyüttün diye senin isteklerine boyun eğmesini beklemek en büyük adaletsizlikti ve her ebeveyn gibi bunu kendisi de bazen yapıyordu. Hem insan kelimesini hecelere ayırınca bile her şey apaçık ortadaydı. İn-san. İn: Mağara demekti. Kör bir derinlik. San: Sanmak, gibi gelmek. Yani insan: Derinliği olduğunu sanan, kendine kör mahlûkat.
“Adalet ne demek!” diye tekrarladı kızı. Ahmet insan beyninin cevap vermekten kaçtığı zamanlarda yaptığı gibi alakasız konularda oradan oraya atlayarak kaçışı beyin fırtınasında bulduğu bir anda kızının sesini yükseltmesiyle kendine geldi. Dünyada hiçbir soru bu kadar cevapsız kalmamıştı.
“Adalet, mutluluktur.” deyiverdi. Kaçamak bir cevaptı. Ama en azından daha derin düşünmek için bir süreliğine yeterliydi. Ama kızı anlamamış gibi boş gözlerle bakmaya devam etti.
“O halde adımı Mutlu koysaydınız! Hem herkes anlardı anlamını. Kimse adaletin anlamını bilmiyor!” diye sitemlerine devam etti.
“Doğru kızım, kimse adaletin anlamını bilmiyor”
Neyse ki Adalet inadından vazgeçip içeri gitmişti. Çünkü daha mühim işleri vardı. Bebeklerine elbise dikecekti. Kış gelmişti. Yazlık kıyafetlerle üşürlerdi. Giderken aynen bunları söylemişti adaletli kızı. Ama Ahmet vazgeçmedi. Kızına ismini sevdirmenin bir yolunu bulmalıydı. Çünkü onu Ada diye çağırmaya hiç niyeti yoktu. Mutfağa gidip kendine bir kahve yaptı ve sigarasını içmek üzere balkona çıktı. Derin bir nefes çekti. Ciğerlerini zehirle doldurup vicdan azabı çekerken beyninin ödül ihtiyacını karşılayıp mutlu oluyordu. Kendi bedeninde bile adaleti sağlayamıyordu. Bir organına zarar veren sigara bir diğer organına haz sağlıyordu. O da anlık haz için ciğerlerini hiçe sayıyordu.
“Kafa gitti. Bunu bile adalete bağladım,” dedi kendi kendine. Elindeki sigarayı kül tablasında söndürdü. O sırada karısı geldi. Bir de adaletin anlamını ona sormak lazımdı. Karısının adı Gonca’ydı. İsminin hakkını verir, mis gibi kokardı. Yanağına bir öpücük kondurdu, kokusunu içine çekti. Gonca ise kaçmayı tercih etti. Çünkü sigara kokusundan nefret ederdi. Ahmet gülümsedi. Yine adaleti sağlayamamışlardı.
“Bana adaletin anlamını söyler misin canım?” dedi. Gonca duraksadı. Onun için adalet kızının nefret ettiği adıydı. Şu adaleti aslında bu ailede kimse sevmiyordu. Avukat olan Ahmet davalarda adaleti sağlayamamaktan ölesiye korkuyordu. Adaletin toplumsal düzende herkese mutluluk getirmediğini gayet iyi biliyordu. Dünyanın adil bir yer olmadığını da…
“Nasıl yani? Bir avukat bana adaletin anlamını mı soruyor?” dedi şakayla karışık. Ahmet de uzatmadı. Çünkü diyecekleri belliydi. O yüzden kendi fikrini söyledi.
“Adalet herkesin aradığı ama kimsenin tam anlamıyla sahip olamadığı hak dengesidir. Ve çoğu zaman dengesizdir,” dedi. Noktayı karısı koydu.
“Kısacası adalet yoktur!”
Ahmet tam bu kadar basit olmadığını savunacaktı ki, karşı apartmanın balkonunda komşuları belirdi. Mahalledeki sokak hayvanlarını beslerken tanışmışlardı. Birbirlerine selam verdiler. Kadın bir anda terliğini çıkarıp yere fırlattı. Bir şeyleri ezdi.
“Ay kocaman bir böcek vardı, eve girecekti neredeyse!” dedi gülümseyerek.
“Al sana adalet! Bu kadın öldürülen kedi köpekler için yürüyüşlere katılıp adalet arıyor. Ama konu hayvanı böcek olunca kafasını eziyor!” dedi Gonca. Komşu dediklerini anlamasın diye dudaklarını kapalı tutmaya özen göstermişti. Çünkü bir böcek için adaleti sağlayacağız diye komşusuyla ağız dalaşına giremezdi.
Ahmet düşündü. Aslında bu kadar basitti. Adalet yoktur.
Hayvanseverler bile adaleti uygularken sevdiklerini kayırıyor, bir kuzunun başını okşadıktan sonra tabağındaki kokoreci afiyetle yiyordu. Ya da kediyi koruyup evini basan karıncalara toplu katliam yapıyordu. Hatta bu durum sadece hayvanlar için geçerli değildi. Mesela abisinin iki çocuğu olmuştu. Bir erkek ve bir kız. Maalesef ataerkillikte inat eden her toplumda olduğu gibi çocuklar babalarından duyduğu basit bir küfrü dillendirse erkek olana herkes gülüp cesaret veriyor, kız olan ise ayıplanarak tenkite maruz kalıyordu. Çocuklar arasında bile adalet sağlanamıyordu.
“İyi ki tek çocuk yapmışız,” diye düşünürken içeriden kızının sesi geldi.
“Baba? Baba?” diye bıkmadan sesleniyordu.
“Efendim Ada!” deyiverdi. Gonca kahkaha attı. Adalet gururla balkona çıktı. Babası ona istediği isimle hitap etmişti.
“Saklambaç oynayalım mı?” diye sordu.
“Sen yumarsan oynarız”
“Ama bu haksızlık!” diye sitem etti Adalet.
“Evet kızım haksızlık” dedi ve kızına yakın olabilmek için iyice çömeldi.
“Bir öpücük verirsen ben yumarım, sen saklanırsın” dedi. Adalet babasına sarılarak öptü.
Ahmet duvara dönüp gözlerini kapadı ve saymaya başladı. Birazdan kızını perdenin arkasında görecek; ama yine de uzun bir süre boyunca onu bulamıyormuş gibi davranacaktı. Çünkü kızını ancak böyle mutlu edebileceğini biliyordu. Birkaç seferden sonra ise arama ve bulma süresi kısalacaktı. Ahmet numara yapmayı bırakacak; ama yine de kızının sobelemesine izin verecekti. Sonra ondan da vazgeçecekti. Kızı da saklambaç oynamaktan sıkılacaktı ve babası sırasını savdığına göre biraz da annesini rahatsız edecekti. Böylece adaletin çarkları yer değiştirecek biraz da Ahmet’i mutlu etmek için dönecekti. Dünya ancak bu kadar adil bir yerdi.
Senin özgürlüğünün bittiği yerde benimki başlar sözü buna en iyi örnekti.
*Bu öykü, Zamansız Dergi sitesinde yayınlanmıştır.
Comments